Geçenlerde; gündeme yansıdığı şekliyle; bütün Avrupa’ da 25.000 müteahhit varken, sadece ülkemizde 400.000 müteahhit olduğu belirtilmiştir. Avrupa’ da nüfus hareketlerinin ülkemiz ve bölgemiz düzeyinde olmadığı, inşa sürecinin önemli ölçüde tamamlandığı vs. durumlarını göz önünde bulundurmakla beraber, bütün bu rakamlar, ülkemizin ‘işin hakkını vermeden her işi yapma’ mantığı, ‘rant odaklı bakış açısı’ ‘perspektifsizlik ‘süreksizlik’ ‘sürdürülebilir algı eksikliği’ ve maalesef ‘akademi ve piyasa’ arası müthiş kopukluk gibi zaaf alanlarını ortaya koymaktadır. Bütün bu zaaf alanları da; şehir planlamamıza, mühendisliğimize, ulaştırma sistemimize, mimarimize, siluetimize, şehirleşmemize ve maalesef de kısmen kentsel dönüşümümüze birebir yansımaktadır. Ülkemizde; kademi ile piyasa arasındaki kopukluğu alabildiğine giderdiğimizde, mühendislerimize uygulama-teori entegrasyonunu aktarabildiğimizde, gerekli ekonomik imkânları sağlayıp araştırma-geliştirme girişimlerine olanaklar oluşturdukça ve bütün bunların meyvelerini toplayabildiğimizde ‘şehir anlayışımızı yeniden orijinal bir şekilde üretip’ çağa buradan, bize has bir şeyler söyleyebilecek konuma geleceğiz.
Bütün bu içeriğiyle; Mimar Sinan, Balyan Ailesi, Atik Sinan, Sedefkar Mehmed Ağa gibi Osmanlı Mimarları; estetik-statik dengesinde ortaya koydukları Eserler, Osmanlı Sokak tasarımı, şehir yapılanması, Mimarı Tarzı ile ‘bütünlüklü bir dili’ yansıtmaktadır. Bu paralelde; uzunca bir süreçte oluşan ‘Osmanlı Evleri’ olgusunun yerleştiğini ve Anadolu’ da Kütahya, Eğin (Kemaliye), Malatya, Maraş, Safranbolu v.b. birçok şehir ile Rumeli’ de Üsküp, Saraybosna, Belgrad, Novipazar (Yenipazar), Kırcali, Filibe, Tuzla, Tiran ile Bilad’ı Şam’da (Suriye) Halep, Şam, Beyrut v.b birçok şehirde örneklerinin halen yaşadığını görmekteyiz. Bu haliyle; aynı mimarinin ve dilin izleri üzerinden rahatlıkla, Üsküp-Bursa ve Halep arasındaki benzerlikler ve İzmir-Selanik arasındaki benzerlikler okunabilir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ve bütün bunlar; şehirleşme-mimari-ulaştırma üçgeninde; bir sürekliliğin ve dolayısıyla da ‘anlam-dil bütünlüğü’ ve ‘perspektif’ in olduğuna işaret etmektedir.
Bütün bu süreçte; Osmanlı’nın daha erken dönemlerden itibaren ‘İstanbul’ özelinde yaşadığı ‘deprem’ tecrübelerine binaen, şehirde alabildiğine ‘ahşap yapıyı ve teknikleri’ni ileri düzeyde geliştirdiğini görmekteyiz. Öyle ki; Osmanlı’nın son dönemlerine kadar ‘ahşap teknikleri’nde ülkemiz Dünya’nın en ileri düzeyi noktasında idi. Bunun paralelinde; Mimar Sinan öncülüğünde birçok mimarımızın bizzat sefer esnasında Edirne ve ilerisindeki birçok noktada şaheser ölçüsünde köprüler yaptıklarını, bütün bu eserlerin sefer esnasında askeriyeye ve sonrasında da yörelerin bütün halklarına hizmet götüren işlevler teşkil ettiklerini bilmekteyiz. ‘Osmanlı Ahşap Yapıcılığı’nın takip eden süreçte, 150 yıl öncesinin A.B.D. yönetimi ve ilgili kuruluşlarınca; derinlemesine değerlendirilip bilimsel etüdlerinin ortaya konulmasıyla ‘A.B.D. Ahşap Yapıcılığı’na kazandırılıp ekolleştirildiği de bir gerçektir. Şöyle ki; son yüzyıllık süreçte maalesef; betonarme-karayolu ulaşımı vb. konularda gerçekleşen teknik gelişmeleri maalesef ki sadece kopyalamakla kalıp, geçmişimizi – şehirleşme-mimari-estetik-yapılaşma-ulaştırma- bağlamında okuyamamış durumdayız. Söz gelimi; ahşap yapıcılığı’nı A.B.D. yüz elli yıl önce ‘Osmanlı’dan’ yaptığı analizlerle kendi tekniklerine aktarırken, biz kendi kaynaklarımızdan faydalanamamış, dünyadaki teknik gelişmeleri ise ülkemize yüzeysel olarak aktarmış bir tecrübeye sahibiz. Bu; bizim ‘sürdürülebilirlik-vizyon-süreklilik’ bağlamındaki zaaflarımızı açıkça ortaya koymaktadır. Bütün bu süreç bizlere; ‘mühendislik değil müteahhitlik’ ‘akademi-piyasa arası kopukluk’ ‘entegrasyon yoksunluğu’ ve ‘uygulama-pratik ilişkisizliği’ olarak geri dönmüştür.
Devam edecek...