Günlük hayatımızda defalarca -yerli veya yersiz- olarak kullandığımız bir sözcük olan normal kelimesinin aslı, Fransızca "norme"den gelir ve yerleşmiş kural, ilke, standart anlamındadır. Norma uygun olana ise "normal" denir. Bir başka tanıma göre ise, Norm, kural olarak benimsenmiş, yerleşmiş ilke ya da yasaya uygun durum, düzgü; grup üyelerinin belirli bir bağlamda nasıl davranmaları gerektiğine olan inancıdır.
Toplumbilimciler, normları yazılı olmayan ve toplumun davranışlarına hükmeden anlayış olarak tanımlarlar. Bu tanımlardan yola çıkıldığında normlar, inanç sistemi, ırk, coğrafya, iklim, eğitim vs. gibi etkenlerle, yöreden yöreye toplumdan topluma farklılık gösterebilir. Çok kabaca örneklendiğinde Türk normu ile İngiliz normu, Japon normu farklı şeylerdir. İstanbul’un normu ile Diyarbakır veya Erzurum’un normlarının farklı olması gibi…
Bu anlayışa göre normal, toplum veya kişinin yaşam tarzına, savunduğu fikirlere göre şekillenir. Buna karşın doğru, gerçek olanı tanımlar ve değiştirilemez mutlak bir temelin üstüne oturtulmuştur. Bütün inanç sistemlerinin kuralları, doğruyu bulma ve doğruluk üzerine oturtulmuş iken, maalesef insanların koyduğu kurallar genel olarak normali hedefler. En gelişmiş insani sistem olan demokrasilerde bile çoğunluğun oyunu almak yeterlidir. Ancak bu kabul gören fikrin ya da kararın doğru olduğu anlamına gelmez.
Hakim güçler tarafından, çoğunluğu etkileyecek pek çok argüman devreye alınır. Bunlardan bir kısmı göz önünde; bir kısmı da el altından uygulamaya alınarak toplumu etkilemeye çalışılır. Bu yöntem o kadar önemlidir ki, Hitler döneminde propaganda bir bakanlık tarafından yapılıyordu. Toplum algı yönetimi ile tesir altına alınmaya çalışılarak ortaya konulan fikrin, kabulü ya da reddi sağlanmaya çalışılır. Bunlar sistemin normalleridir, fakat doğru mudur?
Bir başka konu da önyargı konusudur. Kimimiz, memleketinden, kimimiz ırkından, kimimiz dini inancından ya da mezhebinden, siyasi görüşünden ve daha birçok konuda, karşılaştığımız insanlar hakkında, onlarla ilgili herhangi bir bilgiye sahip olmadan, kendi kafamızda bir profil oluştururuz ve bu kalıba sokarız onları... Zihnimizde beliren görüntüye göre, o insanlarla olan münasebetlerimizdeki tutumumuz şekillenir, ilişkilerdeki mesafe bu zihindeki resme göre belirlenir.
İnanılan şeyin burada doğru olup olmamasının da bir önemi yoktur. Toplum çok defa yanlış şeylere inandığı ve bu yanlışlıklar da yaşamın bir parçası olup normalleştiğinde doğrunun bir önemi kalmamakta; doğru, azınlık olmaktadır.
Toplumun bilgili olmadığı durumlarda, sorgulama ihtimalinin de olmayacağı gerçeğiyle, doğru olmayan bir takım kurallar ve hatta dine bile sonradan monte edilmiş asılsız yaptırımları normal olarak karşılıyor ve bunlarla yaşamaya başlıyoruz. Bir süre sonra o kadar benimsiyoruz ki, doğruyu anlatmaya çalışanı dışlıyor ve aforoz ediyoruz. Bu ülkemizde de tüm dünyada tarihsel süreçte sıklıkla yaşanan bir durumdur. Dünya yuvarlak olduğunu söyledi diye Galileo ortaçağda kilise tarafından aforoz edilerek idama mahkum edilmemiş miydi?
Hedef normal bir yaşam mı yoksa doğru bir yaşam mı olmalıdır? ■