Dut ağacı boyunca,
Dut yemedim doyunca
Yâri halvette gördüm,
Danışmadım doyunca…
Gülhane Parkı’nda değilim… yıllar boyunca hemen her gelenin kestiği, yerime de beton binalar diktiği için alabildiğine azalan üç beş ağaçtan biriyim. Zor tabii, durumum gerçekten zor.
Meyvemi diyorsunuz, evet, meyvemi severek yer insanlar; açılan çarşaflara silkeleyip keyifle yüzlerine yanaklarına bulaştırarak yerler. Tabii, çocuklar da çok sever, en az büyükler kadar. Onlar bilmese de yararlarımı, tadımı severler. Büyüklerse tadımı da bilir, yararlarımı da sıralar… Bilirler, bilirler de işlerine gelmediğinden olsa gerek, beni kesip yerimi beton binalarla doldururlar.
Haklısınız, ezgisini sizin de içinizde duyduğunuz yukarıdaki türkü anılarda kaldı sadece. Benim de içinde bulunduğum, ama en çok da kelebekle arının doğrudan yaşadığı bir öyküyü aktaracağım sizlere. Söz kelebekte.
Aldı kelebek…
İpek böceğinden tırtıla, tırtıldan da kelebeğe sürer gider benim ömrüm. İpek böceğini görmemişseniz de duymuşsunuzdur muhakkak. Hani şu kozasının içinde yaşam mücadelesi veren küçük ve bir o kadar da temiz ve en az bir o kadar da yararlı böcek. Tam da o. Hayata tutunmak için ördüğüm kozayı insanlar ip olarak değerlendirdikleri, o iple de kendilerine giysiler, örtüler, yastık yorgan diktikleri için kendi elleriyle beslerler beni. Beslerler beslemesine de sonra yine kendi elleriyle öldürürler, canlı canlı. Buna canilik denir aslında. Bir zamanlar “asmayalım da besleyelim mi” demişti ya, adı lazım gelmeyen biri; tıpkı onun gibi belli bir noktaya kadar besleyip sonra boğarlar kaynar suda. Hangisini seçmek gerekir, bilemem. Asılmak da en az boğulmak kadar insanlık dışı. Kimse kimseyi ne assın ne de boğsun; herkes kendi halince, kendince barış içinde, bir arada yaşasın.
Aldı arı…
Çok konuştun! Sus artık! Sus da bizim haklarımızı dile getirelim. Ben olmasam insanlık olmaz, bunu bilimsel verilerle kanıtladılar. Einstein arısız bir dünyada insanların en fazla dört ay yaşayabileceğini söylemiş… sen duymadın mı? Demek ki benim hakkım daha fazla bu ağaç üzerinde. Meyvelerinin üzerinde dolaşacağım, özünü emip bal toplayacağım. Yaptığım ballarla insanlar yaşamlarını sürdürecekler… Yani demem o ki, senin boğulman iyidir, gereklidir, hatta zorunluluktur.
Aldı kelebek…
Bu ağacı bulabildiğimize şükret, hepsini kestiler… bir bunlar kaldı, birkaç tane… hem yaprakları dünyayı saran bu güzelim ağaç hepimize yeter. Sen balını topla, ben kozamı öreyim, serçeler de beslensin… Hatta kargalar bile.
Aldı arı…
Hayır, hayır! Serçeler benim can düşmanım. Beni yok ediyorlar, iğnem vız geliyor onlara, kendimi koruyamıyorum, hemen iniveriyorum midelerine. Bak şuna, düşmanlarımı savunuyor geçmiş karşıma da! Şimdi, ben sana sormaz mıyım! İyi ediyorlar seni canlı canlı hem de sıcak suda boğarak! Ben kendimi düşünmek zorundayım. Hem benim yaşamım başkaları için de kaynak oluşturuyor… Demek ki benim yaşamamı sağlamak için sizin de benim yanımda yer almanız gerekir.
Aldı serçe…
“Cik cik, ciiik” size karışmayacağım. Ne haliniz varsa görün. Hepinizden büyük, hepinizden güçlü ve bir o kadar da akıllıyım. Siz kendi kendinizi yerken, ben karnımı ve çocuklarımı doyurayım… Boşuna mı demişler: “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”.
Aldı kelebek…
Kargaları unutma. Bak, daha şimdiden dönenip duruyorlar bulutlarla bir. Sana da bırakmazlar bu meyveleri.
Aldı arı…
Ben, onu bunu bilmem. Benim dediğim olacak, o kadar! Şimdi defolun! Hey, serçe! Sen de! Biz bir araya gelince toplu olarak saldırır ve seni yumurtandan çıktığına pişman ederiz. Hem bir şey daha söyleyeyim mi; yolum çok uzun, ağaçlar kesildiği, yerlerine beton binalar dikildiği, petek tutacak yakınlarda yer kalmadığı için çok uzaklardan geldim. Dutun özünü emip bal yapmak üzere kovanıma döneceğim. Zamanım değerli benim.
Aldı kelebek…
Külahıma anlat sen onu, zamanı değerliymiş! Güleyim bari… Benim ömrüm topu topu 24 saat. En tam da onun için benim zamanım daha değerli. Şimdi çekilin başımdan da kozamı rahat rahat öreyim…
Söz yine bende…
Kökü yerde yaprakları gökte, kımıl kımıl yapraklarıyla mutluluk veren, gölgesinde herkesin serinlediği, meyvesinin mutluluk saldığı kendi halinde bir ağacım… Siz kendi derdinize düşmüşsünüz ya, dünyadan haberiniz yok. Duymuyor musunuz iş makinelerinin giderek çoğalan seslerini. Yaklaşıyorlar, kesecekler… Bakmayın siz ‘taşıyacağız’ sözlerine, görmediniz mi nasıl hırpaladılar kardeşimi. Kestikleri zaman ne ipek böceği ne kelebek olacak, ne arı bal yapacak, ne serçe cıvıldayacak neşe içinde, kargalar bile uzaklaşacak yaşamımızdan.
Yâri halvette gördüm
Sarılmadım doyunca
Benim balam kime neyler
Körpe balam kime neyler
Benim balam ay balam…
Türküsü bile duyulmaz olacak… kimse bilmeyecek, bilemeyecek. Yine kendiniz olarak kalın, yine birbirinizle tartışın, alıp verin, kavga edin… ama dayanışın. Siz bu savaşı vermezseniz hiçbiriniz kalmayacak, hiçbiriniz veremeyecek. Tarihin derinliklerinde unutulmuş olacaksınız. Hani sözünü ettiğiniz ve o çok sevdiğinizi söylediğiniz çocuklar var ya, onların…
Aldı kelebek
Son ağaç kesildiğinde…
Söz yine bende…
Kesme sözümü… Kızılderili şefinin sözünü hep birlikte söyleyelim. Benim için olduğu kadar ipek böceği, kelebek, arı, serçe, karga… hatta iş makineleri ve onu kullananlar için de geçerli bu. Tabii en tam da geleceğimiz dedikleri çocuklar için.
Hep bir ağızdan:
Son ağaç kesildiğinde,
Son nehir kuruduğunda,
Son balık avlandığında,
Paranın yenmediğini anlayacaksınız…
iş işten geçmeden: Yaşasın Dayanışma!