1980’lerin başında Alman sosyologlar bir deney yaptılar. Deneye çağrılan iki kişiden, birini kurayla seçtiler ve kendisine 100 Dolar verdiler. Bu parayı kendisiyle diğer kişi arasında istediği gibi paylaştırmasını talep ettiler. Deneyin kuralı çok basitti. Eğer ikinci kişi paylaşımı kabul ederse her ikisi de paralarını alıp gidebileceklerdi, ama diğer kişi paylaşımı kabul etmezse parayı hiçbiri alamayacaktı.
Bu deneyde bölüşüm kararını veren kişi, 100 Doların çoğunu kendisine alsa bile ikinci kişinin kendi payına düşeni kabulleneceği tahmin ediliyordu. Çünkü ikinci kişinin bölüşümü kabul etmemesi -deneyin kuralı gereği- kimsenin para almaması sonucunu doğuracaktı. Az da olsa bir miktar para almak, hiç para almamaktan iyiydi. Mantıklı olan kendisine önerilen parayı kabul etmesi ve bölüşümü yapan kişinin aslan payını almasına rıza göstermesiydi.
Fakat deney hiç de beklendiği gibi gelişmedi. İnsanlar adil bölüşümün olmadığı her durumda bölüşüm kararını veren kişiyi cezalandırdılar. Deneyin yapıldığı en fakir ülkelerde bile birinci kişinin ikinciye önerdiği miktar düşük olduğunda, insanlar hem kendilerine düşen parayı reddettiler hem de kendini kayıran karar vericiyi para almaktan mahkûm ettirerek onu cezalandırdılar.
Söz konusu deney, insanların adaletsizliğe tepki gösterdiklerini kanıtladı. Pek çok durumda adalet duygusu, insanın kendi çıkarından bile önemlidir. İnsanlar toplumsal ilişkilerinde adil olmayan bir davranışla karşılaştıkları takdirde içgüdüsel olarak adaletten yana tavır alırlar.
Sonraları bu deneyi yaparken bilim insanları MRI teknolojisinden de yararlandılar. Deney yaptıkları insanların kafalarına elektrot bağladılar ve beyin dalgalarını ölçtüler. Eriştikleri bulgular gerçekten çok ilginçti. Adaletsiz bölüşümü reddeden insanların beyinlerinde haz duyuları harekete geçiyordu. Parayı alamadıklarına üzülmedikleri gibi karşı tarafın yaptığı uygunsuz (ahlaksız) teklifi reddederek onu cezalandırmaktan haz duyuyorlardı.
Adalet duygusunun kişisel çıkardan daha üstün görülmesinin temelinde de bu haz duygusu yatar.
Adalet arayışımızın arkasında denge anlayışımız vardır. İnsan adaletsizliklere bir süre katlansa bile sonra mutlaka dengeyi bulmak ister.
Denge, hayatımızı yönlendiren temel kavramlardan birisidir. Dengenin fiziksel olduğu kadar sosyal, psikolojik ve ahlaki boyutları da vardır.
Harvard Üniversitesi hukuk profesörlerine göre insan bir sonucun adil olup olmadığını değerlendirirken konuyu üç farklı boyuttan inceler.
1. Karar vericinin niyetinin iyi olup olmadığı.
2. Sürecin yani kullanılan yol ve yöntemin adil olup olmadığı.
3. Sonucun ne olduğu. Diğerlerine kıyasla kendisinin ne elde ettiği.
Profesöre göre eğer niyet iyi ve süreç adilse insanlar kendi aleyhlerine olan sonuçları bile rahatlıkla kabullenirler.
Örnek olarak insanlar çok çalışarak zengin olan insanları takdir ederler. Bu durumu adaletsiz bulmazlar hatta şansları sayesinde zengin olan insanları da kabullenirler. Ama kimse haksız çıkar sağlayanları içine sindirmez.
Bazen insanın başına kimsenin sebep olmadığı talihsizlikler gelir. İnsan bunları da kabullenir ama sonucu doğuran yol ve yöntemlerin kasıtlı olarak kurgulandığı durumlarda adalet duygusu rencide olur. İnsan buna isyan eder.
Karar vericilerin iyi niyetli olup olmadıkları ve süreçlerin adil olması, sonucun ne olduğundan daha önemlidir. Sonuçtan hiç hoşnut olmasa bile iyi niyetin ve adaletin hâkim olduğu koşullarda insan elde ettiği sonucu “hakkım buymuş” diyerek kabullenir.
Bunun aksi durumlarda, “ültimatom” oyununda olduğu gibi, insan kendisine adaletli davranmayanları eline ilk geçen fırsatta cezalandırmak ister.
Üstelik bunu yaparken kişisel kaybı olup olmadığını bile düşünmez çünkü cezalandırmaktan aldığı haz kişisel çıkarından daha ağır basar.
İyi bayramlar… ■