Tarihi bağlamıyla denizyollarına baktığımızda; hem yolcu ve hem de yük taşımacılığı anlamında sürekli bir ihtiyaç ve kullanım alanı olarak varlığını sürdürdüğünü, coğrafi keşiflerde başat rol oynadığını görüyoruz. Ülkemiz özelinde de; Osmanlı Dönemi’nde özellikle Kuzey Afrika, Karadeniz çevresinde etkileşimin gerek siyasi gerek sosyal anlamda sağlanmasının birinci düzeyde aracı denizyollarıydı. Buna binaen; Osmanlı’nın birçok anlamda zirve dönemini yaşadığı çağda; iki büyük kanal projesinin üzerinde ciddi anlamda çalışıldığını görüyoruz. Bunlardan birisi; Kuzeydoğu Karadeniz’de İdil ve Volga nehri yataklarının açılarak birleştirilmesi yoluyla Karadeniz-Hazar Denizi suyolu bağlantısının sağlanmasıdır. Bu; Osmanlı’nın Kuzey ve Doğuya siyasi-sosyal-kültürel entegrasyon ve tesirinin önemli bir fikir ayağıydı. Diğeri ise daha iç coğrafya diyebileceğimiz bir alanda; bugünkü Marmara Bölgesi dâhiline düşen Sakarya Nehrinin yatağının genişletilmesi vasıtasıyla suyollarının İzmit Körfezi ve Sakarya’nın Karadeniz sahili üzerinden birbirine dökülmesi ve bu sayede, Karadeniz-Marmara Denizi hattında ikinci bir suyolunun, mevcut İstanbul Boğazı’na ilaveten oluşturulmasıydı. Her iki proje içinde; hem düşünce ve hem de eylem bazında ciddi çalışmaların yapıldığını fakat sonrasındaysa akamete uğradığını biliyoruz. Kadim Dünyanın merkezi olan ve yeniden çok ciddi gelişme ivmeleri gösteren Akdeniz havzası coğrafyasının merkezinde ve önemli bir bileşeni olan ülkemiz, deniz ulaşımından her anlamda had safhada faydalanmanın yollarını ve imkânlarını geliştirmelidir. Bu bağlamda; ülkemizde ve bölgemizde, ekonomik gelişimin hızlanması ve siyasi istikrarın derinleşmesine paralel izlenecek doğru sosyal politikalar, yerinde kullanılacak teknik imkânlar ve argümanlarla beslenerek gerçekleştirilecek olan büyük ölçekli yatırımlarla deniz ulaşımı bölgesel çapta, bütün tarafların faydasına bir itici güç ve temel hizmete dönüştürülebilir. İstanbul’da yaşıyor olmamız ve İstanbul’un bir parçası olmamız, bütün bu sorumlulukları, faydaları, maliyetleri, riskleri ve fırsatları bize muhatap kılmaktadır. Daha sağlıklı bir yaşanabilirliği ancak bütünlüklü bir bakış açısı, insan odaklı bir yaklaşım, uzun vadeli politikalar, kendi perspektifimizi geliştirebilme düşüncesi ve sürdürülebilir bir kavrayış ile yakalayabileceğiz.
Akıllı şehirler; şehrin su, doğalgaz, güneş, rüzgâr, besin, para, elektrik, petrol, maden vb. ana kaynaklarını veri tabanında depolayan bunları yüklenen program dâhilinde, yıllık, on yıllık, yüz yıllık periyotlarla tasarruf eden, devreye sokan-devreden çıkartan bir ana ortak aklı bünyesinde barındıracak olan şehirlerdir. Burada; teknik imkanlar bir ana veri tabanı, işlem adımları, proses altyapısı olarak düşünülebilirse, bunlara bütün girdileri (input), çıktıları (output), nitelik ve niceliği (kalite ve kuantite) ve mantık adımlarını yükleyecek olarak bizleriz. Ve dolayısıyla; bizim ulaştırmacılarımız, bizim endüstricilerimiz, bizim yazılımcılarımız, bizim enerji uzmanlarımız ve hatta bizim sosyologlarımız, bizim felsefecilerimiz, bizim psikologlarımız, netice olarak bizim siyasilerimiz ve bizim Halkımızdır. Burada tam anlamıyla; perspektifimiz-mantığımız-mühendisliğimiz-‘insan odaklı’ yaklaşımımız esas olandır, teknik imkânlar ise bütünüyle araçtır. Ve bu gerçekçi bir sentezin, gerçekçi bir okumanın ve gerçekçi bir sözün alt ürünü ve diğer tarafıyla sonucu da olacaktır.
Akıllı Ulaştırmanın ülkemizdeki ilk uygulamalarını yakın bir geçmişte İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Elektronik Denetim Sistemleri çalışmaları ile görmeye başladık. Sonrasında bu uygulamalar İstanbul’un hemen hemen her noktasında başarıyla uygulanmaya başladı. Her ne kadar bu ve benzeri uygulamalar ilk etapta ceza eksenli ve dolayısıyla yetki-sorumluluğu elinde bulunduran İdarelerin mali kaygıları ve refleksleri olarak algılanabilse de, ülkemizde yasakların ahlaki ve fayda eksenli arka planı algılanamadığından (algılatılamadığından) ortak yaşamı kolaylaştırıcı bu tedbirlerin ancak ve ancak cezai tedbirler ve güçlü denetim mekanizmaları ile sağlanabileceği hususu da bir vakıadır. Zira buda aynı özel araç kullanımının yaygınlığının para-statü eksenli toplumsal algısının çarpık sonuçlarına paralel sonuçlara sahiptir. Yani tüketim kültürü ve alışkanlıklarının yönlendirilmesi, daha doğrusu yönetişimi ile alakalıdır. Ancak buradaki ince çizgi; yönetme ve yönetişim arasındaki algıdan geçecektir. Nasıl ki; medyanın abartılı bir güce ulaştığı günümüzde; sistem her ne kadar demokrasi olarak işlese de, Medya Kanalı ile insanların bilinçaltına bir doğruyu empoze etmek mümkün olabiliyorsa, burada insanların ortak faydasını gözetecek olan tüketim kültürü, toplumsal bilinç, şehirlilik algısının arkası yönetişim ile doldurulabilir. Zira burada; Yönetici Kadrolar, STK’lar, vakıflar, üniversiteler, halka medyayı doğru yönde araçsallaştırarak çözüme giden örneklikleri ortaya koymalıdırlar. Medyanın işlevselliği ancak bu yönde anlam kazanabilecektir. Bu bağlamda ABD ve benzeri ileri teknoloji-ekonomi toplumlarında demokrasi heyecanını kaybetmiş ve medya ve benzeri güçlerin argümanı haline evrilmeye başlayabilmektedir. Bu; buralarda demokrasinin olmadığı anlamına gelmemekle beraber, aslında medya ve görselin tahakkümü altına girmiştir. Ama bu toplumlar- geneli itibariyle- yasak algısını kendi ahlakilik ölçütleri üzerinden okumayı içselleştirebilmiş toplumlardır. Kuzey ve Batının politik olarak galip, ekonomik-teknolojik olarak ileri toplumlarının bu durumu karşısında, Dünyanın geri kalanında; genel tüketim kültürü alışkanlıkları takip, taklit, görsel ve statü üzerine yoğunlaşmıştır. Bu toplumların birçoğu aynı zamanda Gayri Safi Milli Hasılası düşük ve yerinden üretimin olmadığı toplumlardır. Bu toplumları genel seyri; yüzyıllık süreçte, kapalı toplumlar-kapalı cemiyetler-grupsal tahakküm ve takibinde de dünyaya açılış üzerine bir seyir izlemiş olup, bugün itibariyle ‘kara ve zarara’ ‘fırsatlara ve tehditlere’ açık olan bir ‘güçlü yön-zayıf yön’ değişkenleri havuzuna sahiptir. Buradaki üçüncü adım; bütün bu süreçleri ve karmaşayı toparlayıp bir görüş açısı kazandırabilecek olan bir perspektif inşası olmalıdır. Zira halkımız ve benzeri halklar için yasaklar bizatihi baskı, denetim ve hatırlatma unsurları olarak algılanabilmektedir. Bunda hem yönetimin ve hem de yönetilenlerin birçok yanlış algısı ve fiili rol almaktadır, almıştır. Esas olan ise tabir yerindeyse hatalı tespiti ve ‘ilk nerede ne zaman kimin yanlışı ile başladı?’ sorusuna cevap aramak yerine bir yönetişim anlayışı içerisinde medya-teknik-ekonominin imkânlarını doğru yönde kullanarak olması gerekeni bir örneklik olarak ortaya koymaktır. Burada medyanın yönetişimi kavramını ve bununla beraber içeriği başlı başına tartışılacak olan bir akıllı medya kavramını da ortaya atabiliriz.