Ben rakıya su katmam…
Coşkuyu, heyecanı, ama en çok da aşkı anlatırız şarkılarımızda. Tabii, bunu söylerken acıları, hüzünleri, sorunları da unuttuğum sanılmasın… Bu kez coşkusunu, heyecanını, sevincini, aşkını ele alacağız şarkıların.
Türkü, adı üstünde Türk’e ait olan… Şarkı ise “şark”a ait olanın biraz bozulmuşu… İkisinin arasında pek fark yok aslını sorarsanız. Anadolulu olmasını öne çıkarın, yoksa işin içinde ırk, millet, milliyet yok.
Çok kültürlülük… çok seslilik
Anadolu kültürler mozaiği, düşünce ve düş gücünün buluşma noktası… 1492 yılında, dinlerini değiştirmedikleri için zorunlu göçe uğrayan İspanyol Yahudileri Anadolu’ya, özellikle de İstanbul’a gelmiş ve yerleşmişler. Toplumsal asimilasyon sayılarını binler düzeyine düşürse de kültürel yapıları şarkılarda koruyor kendisini.
Aynı şey bu kez Anadolu kaynaklı ama Ege’nin karşı yakasından çıkan rembetiko için geçerli. Başkaldıran anlamına gelen, ama kökeninde birçok varsayım bulunan buzuki, santur ve keman bulunan, zamanla gitarın da katıldığı, İzmir tarzı ile güçlenen rembetiko da kültürel yapısını ve çok sesliliğini koruyor.
En çok da hüzündür yakışan…
Bu iki kültürel yapılanmanın yaşadıklarını ele aldığınızda hüznün neden bu denli güçlü olduğunu görmemek mümkün değil. Tam da o nedenle biraz canlı, hareketli, oyun havası etkisi görülse de temeli acı ve ağıtlarla örülü hüzün oluşturur. Bir ‘boş vermişlik’ vardır, sezersiniz. Anlamak mümkün gözükmez ilk bakışta… Temelinde yatan acıyı, hüznü bilirseniz hareketliliğin nasıl da aşmak, nasıl da yenmek amaçlı olduğunu anlarsınız. Sefaradlar için de rembetiko için de geçerlidir bu…
Anadolu, hani şairin “Beşikler vermişim Nuh’a, / Salıncaklar, hamaklar, / Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır, / Anadoluyum ben, / Tanıyor musun?” dediği coğrafya, tümünü bir arada, birbirinin içine geçercesine harmanlamış, yoğurmuş ve bir bütün çıkarmış ortaya… Müziği ibadete çeviren, dönüştüren bu coğrafyada sadece Ege yok, Doğu Anadolu da var Karadeniz de… Hareketli, bir o kadar da hızlı türküler de var oyunlarla birlikte, alabildiğine sakin ama bir o kadar da içli bozlaklar da var, uzun havalarla… Ermeni türküleri var, hani kökenini unutturduğumuz; Kürtçe stranlar da var, yüzeyselleştirdiğimiz; Alevi deyişleri var, gizlediğimiz…
Rakıya su katıp katmama…
Derviş, rakısını neden susuz içtiğini soranlara “Harama helal katmam” demiş ya, aynı şey aşk ve ayrılık acısı çekenler, bir türlü kavuşamayanlar için de geçerli…
Muzaffer Sarısözen’in derlediği bu Bodrum türküsü, bir yanıyla rembetikodur aslında. Temelinde yatan başkaldırıyı da içerir, kuşkusuz kararlılığı da.
Rakıya su katıp katmama önemli değildir, kafiye olsun diye söylenmiştir besbelli, ama duygu ve düş dünyasının kapılarını açtığı için önemlidir. Aşkından, burada Fatma’sından vazgeçmeyeceğini söyler asıl. Ne istediğini söylemiştir zaten, ‘ola ki benim istediğim gibi olmazsa da kararlılığımı bilin’dir anlatılan. Fatma’yı vermeyeceklerini söylemişlerdir; “Allah da seni yaksın üç günlük gelin iken” yakınmasından anlıyoruz. Ardından yine bir kararlılık cümlesi: “Ahdettim, yemin ettim, uğruna koydum başı.”
Mesele rakı değil, hâlâ anlamadın mı?
Şarkıların, türkülerin etkisini bilenler, yeni sözler ve yeni düşüncelerle, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmiştir yıllar boyu. “Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman” türküsünün manipülasyon olduğunu artık bilmeyen kalmamıştır her halde. Margarin üreticilerinin bilinçli olarak düzenlediği bu türkü, temelindeki düşü unutturarak halen söylenegelir. Basmanın, pamuklunun giyilmesi sağlığın da işaretidir, ama o da margarin yüzünden kafiyeye uyarak kayıplar listesindeki yerini almış… “Zeytinyağlı yiyerim aman, basma da fistan giyerim aman” uyarlamasını kendimce mırıldanıyorum. Siz de katılır mısınız?
Ne Fatma’dan vazgeçilir ne de Fatma sevdalısı gençlerden… Rakıyla, suyla, basma fistanla, çarşı pazarla ilgilenmeden düşünce ve düş gücümüzle ezginin akışına uyalım: “Aman Fatma’m, canım gülüm Fatma’m / Ben rakıya su katmam / Sen katar isen ben içmem / Ben Fatma’mdan vazgeçmem.”