İlk kez, Kanal D’de çalışırken bir arkadaşın mırıldanmasında duydum, ama Ruhi Su’nun ezgisi değildi. Şaşırdım. Sordum; Sezen Aksu müziklemiş. Mevlana’nın sözleri olduğunu söyledim, arkadaşım kabul etmedi. Sezen Aksu, sözlerini kendi yazarmış. Ertesi gün,
Rubailer’i bulup kitaplıktan gösterdim. Bu arada, bazı kitapları çift almak gerekiyor… rafları altüst ettiğim halde bulamıyorum, şimdi.
Rubailer’i bulup kitaplıktan gösterdim. Bu arada, bazı kitapları çift almak gerekiyor… rafları altüst ettiğim halde bulamıyorum, şimdi.
Kitap okumayı sevmeyiz genel anlamda; ama beğendiğimiz birkaç dize veya bir öykünün olduğunu öğrendiğimizde –onu bize duyuran arkadaşımızın kitabını- aşırmaktan yüksünmeyiz. Hatta gerekçe bile uydurmuşuz… Kutsal kitap bile ‘Oku!’ diye başlıyor. Demek ki, kitap aşırmak mubahtır.
Yine de bu güzel dizeleri sizlerle paylaşacak kaynak bulabilmenin sevincini yaşıyorum:
“Her gün bir yerden
Göçmek ne iyi
Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş
Dünle beraber
Gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım”
Hayatta her şey değişiyor, gelişiyor. Bu büyük hareketliliğe ayak uydurmak için kuşkusuz, yeni şeyler söylemek lazım.
Demagojiye hayır!
Ancak, yaşı beni tutanların çok iyi anımsayacakları gibi Mevlana’nın bu güzel saptaması, sözler ve sözcüklerle oynamayı çok iyi bilen zamanın başbakanı, ‘dokuzuncu’ Süleyman Demirel’in “Dün dündür, bugün bu gündür” demagojisiyle karıştırılmamalı. Hatta izin bile verilmemeli böyle karıştırmalara… Günün veya konunun anlam ve önemini yitirmesine özen göstermeli.
Hüzün ki en çok yakışandır
Güneş, gökyüzünde ışıldıyor ama hiç de yazın olduğu gibi ısıtmaya gücü yok. Sanki bir an önce ‘evime çekilsem’ telaşında hızla tüketiyor yolunu. Ağaçların dallarına tutunmaya çalışan yapraklar, direniyor artan rüzgâra ve soğuğa. Oysa sarı renk ne çok yakışıyor yeşilin üstüne. Hele bir de, yağmurlu değilse gün, düşen yaprakların hışırtısında yürümenin keyfini ne verebilir? Bana göre de hiçbir şey. Ama çoğaltacak bir şey var: Dumanı üstünde, dudağı buracak demi kıvamında, ince belli bardakta sunulan çay. Hele de şu, adı ‘Aida’ olduğu halde ‘i’nin uzaması nedeniyle halkımızın ‘ajda’ adını verdiği bardakta olursa…
İnsan insana dokundu, kuşlar sonbahara
İstanbul’da sonbahar, bir de; gün ışımaya yakın kuş cıvıltıları duymak demektir. O ne kadar kuş öyle… O ne kadar güçlü cıvıldaşarak uçuyorlar batıdan doğuya. Akşamları ters yönde uçsalar da günün hayhuyu arasında duyamıyoruz, o kadar gürültünün içinde eriyip gidiyor. Bunca kirliliğe, bunca ağaçsızlığa, bunca yem bulunmazlığa karşın –soğuğun da kapıda olduğunu ekleyin bunlara- azalmamaları ve seslerini kısmamaları büyük keyif.
O zaman işte, Hilmi Yavuz’un ‘hüzün ki en çok yakışandır bize’ dizesindense Orhan Veli’nin “Heeey! / Ne duruyorsun be, at kendini denize; / Geride bekleyenin varmış, aldırma; / Görmüyor musun, her yanda hürriyet; / Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; / Git gidebildiğin yere.” dizelerini yeğliyorum, geleceğe bakarak. Umudu, her ne olursa olsun üzmemek gerek.
Sabah, vefalı gün dilimi
Daha hava aydınlanmamışken pencerenizi açtığınızda gün dolar içeriye. Müthiş bir sevinç kaplar içinizi. Şöyle bir bakarsınız ufka ve bir kez daha karar verirsiniz: Başaracağım.
Bugün çocuklar işte o sizin her sabah içinizde duyduğunuz geçirdiğiniz “başarı”yı hayata geçirmek için çıktılar evlerinden, neşeyle, coşkuyla, umutla.
Başarılar diliyorum hepsine. Anne babalara da, öğretmenlere de…